Kırık Bir Aşkın Toplumsal Kırıntıları

Merhaba sevgili okurlarım,
Bazen hayat tam yol alacakken, bir anda frene basar. Hızını almışken birden savrulursun. Hayatın tam da "şimdi olacak" dediği anda, elinde sadece bir gelinlik kalır. Kimi zaman bir nişanın arkasından, kimi zaman yıllarını verdiğin uzun bir ilişkinin sonunda…
Ve kalırsın öylece, ortada. Elinde hayallerin, içinde buruk bir sessizlik.
Hep söylerim, gençlik zor bir yerden sınav verir. Ama artık bu sınavlar sadece aşkın masum gelgitleriyle sınırlı değil. Günümüz gençliği; hem ekonomik krizin, hem aile baskısının, hem duygusal karmaşanın, hem de gelecek korkusunun içinde debeleniyor.
Bir yandan hayat pahalılığı, bir yandan "kariyer mi, evlilik mi?" ikilemi, öbür yandan "acaba yarın ne olacak?" kaygısı.
Her gün bir başka kırılganlıkla uyanıyoruz. Her gün bir başka sınavla yüzleşiyoruz.
Aileler, toplumun en küçük denetim mekanizmalarıdır. Hepimiz "el âlem ne der?" kaygısıyla büyüdük. Bizim toplumda çocuk büyütmek bile mahalleye danışılarak yapılır. Ama ne zaman ki bu kontrol iki yetişkinin aşkına müdahale etmeye başlar, işte o zaman mesele kişisel bir ilişki olmaktan çıkar, toplumsal bir soruna dönüşür.
Birbirini seven iki insanın ayrılması bazen "sevginin yetmediği" o soğuk gerçekle ilgilidir. Ama çoğu zaman mesele bundan daha karmaşıktır. Bazen bir annenin fısıltısıyla çözülür en sağlam sandığın bağlar. Bazen ablanın cümlesiyle kopar ipler. Bazen komşunun lafıyla, bazen cebindeki hesap yapamadığın eksi bakiyelerle ayrılırsın sevdiğinden.
Kimse anlatmaz bunu masallarda. Prensle prenses kavuşamazsa, çoğu zaman araya giren kötü kalpli bir büyücü değil; hayatın bizzat kendisidir.
Zaten biz gençler hep tutarsız olmakla suçlanıyoruz.
"Z kuşağı sabırsız",
"Her şeyden çabuk sıkılıyorlar" diyorlar.
Ama kimse şunu konuşmuyor: Bu çağda bir ilişkiyi yürütmek başlı başına bir mucizeye dönüştü.
Çünkü artık sadece iki kalp değil mesele.
İki ailenin beklentisi, iki farklı ekonomik gerçeklik, iki şehrin mesafesi, iki kültürel fark aynı masada oturuyor. Ve çoğu zaman o masa devriliyor.
Çünkü masa zaten sallanıyordu. Altına koyacak desteği bulamıyoruz. Maddi destek yok, manevi destek eksik, anlayış yok, güven yok.
Benim elimde bir gelinlik kaldı. Belki bir fotoğraf kutusunda, belki dolabın en üst rafında duracak bir süre. Tozlanacak. Her genç kadın gibi ben de biliyorum ki bu, sadece bir "terk edilme" hikâyesi değil. Bu; sistemin, baskıların, korkuların ve ekonomik çöküşün bir sonucu.
Bugün bir ilişkinin bitmesi artık sadece "sevemedim"le açıklanmıyor.
Kirasını kim ödeyecek?
Çocuğa nasıl bakacağız?
Ailemiz ne der?
Bu sorular da eşlik ediyor vedalara.
Bizim nesil biraz eksik büyüdü, biraz erken yoruldu.
Ve bazen en çok güvendiğin insan bile yarı yolda bırakabiliyor seni.
Çünkü bu çağda sevmek yetmiyor. Cesaret lazım. Direnç lazım. Ekonomik güç lazım. Aileyle pazarlık masasına oturacak bir dayanıklılık lazım.
Bu yazıyı okuyan herkes bilsin: Bu sadece benim hikâyem değil.
Bu; gençliğin sessiz çığlığıdır.
Elinde gelinliğiyle ortada kalanın, hesabını yapamadan hayatın tam ortasında kalan herkesin hikâyesidir bu.
Bakın sevgili okur, ben size bugün aşkın nasıl "görüşmeye açık bir proje" haline geldiğinden bahsedeceğim.
Eskiden iki insan birbirini severdi.
"Tamam mı, devam mı?" sorusunu kendileri sorar, cevabı da birlikte verirdi.
Bugün?
"Tamam mı?" sorusunun cevabı annenin,babanın, ablanın, komşunun, bazen de evin WhatsApp grubunun iki mavi tikiyle belirleniyor.
Benim hikâyem de böyle.
Birbirimizi seviyorduk.
Ama bazı aşklar, aile onayına takılır.
Kimisi pasaportla vize alır; biz aşk için onay almaya çalışıyoruz.
Gelinlik hazır, kalp hazır, ama aile sistemi "bu iş olmamalı" butonuna basınca oyun kapanıyor.
Belki bir gün, gerçekten "birlikte yürüyebilmek" daha kolay bir ihtimal olur.
Ama şimdilik…
Katlayıp kaldırıyoruz gelinlikleri.
Ve bir sonraki sabaha, yine güçlü görünmeye çalışarak uyanıyoruz.
Gelinlik dolaba kalktı; ama yükü kalbe kaldı.
Bu hafta da ‘el alem ne der?’ kaybetti, biz değil.
Haftaya başka bir hayat sınavında buluşuruz. Görüşmek üzere...