Kaybolan Değerler Üzerine: Bir Zamanlar Vardı

“Güzelliği dışarıda ararken, içimizdeki hakikati unuttuk.”
Bir toplumun çöküşü büyük patlamalarla başlamaz.
Küçük suskunluklarla, görmezden gelmelerle başlar.
İlk vazgeçilen, utanma duygusu olur.
Sonra vefa unutulur.
En sonunda merhamet yiter
ve kimse yokluğunu bile hissetmez.
Eskiden, utanmak bir zayıflık değil, bir asaletti.
İnsan, bedenine, ruhuna, kalbine karşı gösterdiği sessiz bir saygıyla yaşardı.
Şimdi o saygı, özgürlük adı altında yok oldu.
Özgürlük, çıplaklıkla karıştırıldı.
Özgürlük, doğallığı yok etmekle karıştırıldı.
Özgürlük, kendi varlığını inkâr etmekle eş tutuldu.
Bugün aynı yüzler dolanıyor sokaklarda.
Uzayıp giden yapay tırnaklar, sabitlenmiş ifadeler,
aynı kalıptan çıkmış kaşlar, dudaklar, yanaklar…
Farklılık kaybolmuş.
Herkes birbirinin silik bir kopyasına dönmüş.
Doğallığın zarafeti unutulmuş,
yerine plastik bir güzellik hayali dikilmiş.
İnsan, yaratıldığı güzelliği beğenmez olmuş.
Kendine en uygun olanı değil,
en gösterişli olanı arar hale gelmiş.
Güzelliği dışarıda ararken,
içindeki hakikati kaybetmiş.
Sokaklar, mahremiyetini kaybetmiş.
Özel alanlar, kamusal teşhir alanlarına dönüşmüş.
Beden, ruhun evi olmaktan çıkmış, gösteri malzemesine dönmüş.
Yüzlerde kalıcı makyajlar,
ellerde yapay süslemeler,
bedenlerde rastgele işlenmiş izler…
Her iz, bir kayboluşun hikâyesini taşır olmuş.
Her dokunuş, insanın içindeki sessiz çığlığı biraz daha derinlere gömmüş.
Ve görünmez oldukça,
insan biraz daha kendini unutmuş.
Eskiden insanlar helallik istermiş.
Sofraya otururken de, dost meclisinden kalkarken de…
Bilirlermiş ki, paylaşılan her lokmanın, her tebessümün bir hakkı var.
Şimdi kimse helallik istemiyor.
Çünkü kimse kimseye helal bir hayat yaşatmıyor.
İkram etmek unutulmuş.
Paylaşmak yerine hesap yapılır olmuş.
Artık kimse “buyur gel” demiyor.
Kapılar açılmıyor.
Sofralar büyümek yerine küçülüyor.
Kalpler genişlemek yerine daralıyor.
Davet etmek bir incelik olmaktan çıkmış.
Teklif etmek bile ağır gelmiş insanlara.
Paylaşmak bir erdem değil,
yük gibi görülür olmuş.
Çoğu zaman insanlar, paylaşmak yerine,
başkalarının sırtına yüklerini yıkar olmuş.
Dostluklar incelmiş.
Gönüller çıkarın terazisinde tartılır hale gelmiş.
Eskiden, bir selamın ağırlığı olurmuş.
Bir “merhaba” demek, bir “hoş geldin” demek, gönülleri açar, kalpleri yakınlaştırırmış.
Şimdi insanlar, selam vermekten aciz kalmış.
Göz göze gelmekten kaçmışlar.
Merhaba demeyi zul sayar olmuşlar.
Ve her kaçışta, kendilerini üstün sandıkları bir yalnızlığa daha çok gömülmüşler.
Oysa fark etmiyorlar.
Her kibirde, ruhlarını biraz daha taşlaştırdıklarını…
Her susuşta, kalplerine kendi elleriyle kara mühürler bastıklarını…
Kalbini mühürleyen insan,
artık hiçbir güzelliği içine alamazmış.
Hiçbir güzellik de, onun içinde barınamazmış.
Özgürlük naraları yükseliyor bir yanda,
ama aynı anda vicdanlar susuyor.
Gönüller kabuk bağlıyor.
Hayatlarımız sessizce fakirleşiyor.
Eskiden fikir paylaşmak bir erdemdi.
Şimdi başkasının fikrine tahammül bile kalmamış.
Herkes sadece kendi sözünü duymak,
sadece kendi bildiğini dayatmak ister olmuş.
Düşünceler yarışmıyor artık,
dayatılıyor.
Kültür, birikim, yılların emeğiyle tescillenmiş başarılar…
hepsi komplekslerin tozlu ayakları altında eziliyor.
Hak etmeyenler, hak etmedikleri işlerin başına geçiyor.
Bir gecede isim yapıyor,
ışıklar altında parladıklarını sanıyorlar.
Oysa kendi ruhlarını eğitmek yerine,
saçma rekabetlerin içinde boğuluyorlar.
Gerçek kaliteyi yok sayarak,
ezik kişiliklerini büyütüyorlar.
Ve hepsi geçici.
Bir rüzgar gibi savrulup unutulmaya mahkûmlar.
Çünkü gerçek değer, zamanla değil; kökleşerek yaşar.
Işığa koşan gölgeler,
ışık söndüğünde sadece boşluğu hatırlayacak.
Ve biz, kaybolan değerlerin ardından,
filtrelerle süslenmiş sahte mutluluklara baka baka,
içimizdeki hakikati kaybediyoruz.
Belki de artık sormamız gereken tek soru şu:
Gerçekten özgür müyüz,
yoksa kendimizi kaybetmenin acısını makyajla mı kapatıyoruz?