Gelinlikle Başlayan, Şiddetle Devam Eden Bir Ay
Merhaba sevgili okur,
Uzun bir aradan sonra yazmaya karar verdim. Ve konum Kadına yönelik şiddet... Şiddet yalnızca kamusal alanda gerçekleşen fiziksel saldırılarla sınırlı değildir. Aksine, en yoğun ve en tehlikeli biçimi, “özel alan” olarak adlandırılan evin içinde, evlilik kurumunun koruması altında ve çoğu zaman görünmez biçimde yaşanmaktadır. Türkiye’de her yıl yüzlerce kadın, en yakınındaki erkek tarafından şiddete uğramakta ya da yaşamını yitirmektedir. Bu durum, bireysel öfke patlamalarından ziyade, yapısal bir toplumsal sorun olarak değerlendirilmelidir.
TÜİK ve Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı verileri, şiddetin en yoğun yaşandığı alanın ev içi ilişkiler olduğunu ortaya koymaktadır. Faillerin büyük bölümünü ise eşler ve eski eşler oluşturmaktadır. Bu tablo, evliliğin kadınlar için otomatik olarak bir “güvence” değil, kimi zaman doğrudan bir risk alanına dönüştüğünü göstermektedir.
Şiddetin Görünmeyen Biçimi: Kontrol ve Şüphe
Toplumsal algıda şiddet çoğunlukla “darp” ile tanımlanır. Oysa şiddet; kontrol etme, aşağılama, suçlama, tehdit, kıskançlık ve sürekli hesap sormayı da kapsayan çok boyutlu bir olgudur. Literatürde bu durum psikolojik şiddet ve denetleyici davranışlar olarak tanımlanır. Fail, karşısındaki kadının davranışlarını sürekli şüphe süzgecinden geçirir; bunu “sevmek”, “sahip çıkmak” ya da “namus” kavramlarıyla meşrulaştırır.
Ancak kontrol, sevgi değildir. Kontrol, iktidardır.
Akademik çalışmalarda da vurgulandığı gibi, şiddet çoğu zaman mantıksız gerekçelerle başlar. Bazen bir bakış, bazen bir mesaj, bazen bir kahkaha “aldatma” şüphesi için yeterli kabul edilir. Bugün gelinen noktada, şiddeti tetikleyen gerekçeler akıl sınırlarını zorlayacak kadar sıradanlaşmıştır.
Bir Ayda Şiddet: Yeni Evliliklerde Artan Risk
Toplumsal bir yanılgı vardır: Şiddetin yıllar içinde başladığı düşünülür. Oysa saha çalışmaları, şiddetin özellikle ilk evlilik yılı içinde yüksek oranda başladığını göstermektedir. Çünkü bu dönem, erkek egemenliğinin sınandığı, “itaat” beklentisinin açıkça dayatıldığı bir kırılma sürecidir.
Ben de bu gerçeğin istatistiksel değil, canlı bir örneğiyim.
Henüz evliliğimin birinci ayında, yalnızca yemekte iki çatal kullandığım için aldatmakla suçlandım. Bu irrasyonel suçlama, birkaç saniye içinde fiziksel saldırıya dönüştü. Ortada mesaj yoktu, başka biri yoktu, kanıt yoktu. Sadece bir erkeğin zihninde kurduğu şüphe vardı. Ve o şüphe, yumruğa gerekçe sayıldı.
Bu örnek bize şunu net biçimde gösteriyor:
Şiddet, kadının ne yaptığıyla değil, erkeğin neyi kontrol etmek istediğiyle ilgilidir.
“Aile Meselesi” Söylemi ve Sessizliğin Kurumsallaşması
Şiddetin sürdürülmesindeki en büyük faktörlerden biri, olayın “aile içi mesele” olarak tanımlanmasıdır. Bu söylem, devletin, çevrenin ve hatta kimi zaman ailenin sorumluluktan çekilmesini kolaylaştırır. Kadına düşen rol ise bellidir: Sabretmek, katlanmak, susmak ve affetmek.
Oysa sosyolojik açıdan bakıldığında aile, şiddetin meşrulaştırıldığı değil, engellendiği bir alan olmalıdır. Ancak Türkiye’de aile çoğu zaman kadını koruyan değil, susturan bir kuruma dönüşmektedir.
Kadın Cinayetlerinin Arka Planı: Birikmiş Şiddet
Kadın cinayetleri, çoğu zaman “ani öfke” olarak sunulur. Oysa neredeyse tamamının arka planında uzun süreli psikolojik şiddet, tehdit, baskı, izolasyon ve kontrol vardır. Kadınlar öldürülmeden önce defalarca öldürülür: Özgüveniyle, sosyal hayatıyla, bedeniyle, iradesiyle.
Bugün gazetelere yansıyan her cinayetin ardında, daha önce “çatal”, “telefon”, “sosyal medya”, “gülümseme”, “makyaj” gibi gerekçelerle başlatılmış tartışmalar vardır.
Bu nedenle benim yaşadığım saldırı münferit değildir. Bu, sistematik şiddetin küçük bir halkasıdır.
Sonuç: Bu Bir Aşk Sorunu Değil, Bir İktidar Sorunudur
Kadına yönelik şiddet, bireysel patolojilerle açıklanamaz. Bu, doğrudan doğruya toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin, erkekliğin güçle tanımlanmasının ve kadın bedeninin denetim altına alınmak istenmesinin sonucudur.
Ben bugün hayattayım. Ama şunu biliyorum:
Bugün iki çatal bahane edilir, yarın bir bakış, ertesi gün bir susuş.
Bu yüzden bu mesele kişisel değil, politiktir.
Bu mesele aile içi değil, toplumun kendisidir.
Bu mesele kader değil, ihmaldir.
Ve ben artık şunu açıkça söylüyorum:
Bir ayda şiddet başladıysa, bu sevgi değildir.
Bu, açık bir tehdit ve hayatta kalma meselesidir.Uzun bir aradan sonra yeniden buradayım. Bu sadece bir yazıya dönüş değil; aynı zamanda susturulmak istenen bir hayatın, bastırılmak istenen bir gerçeğin yeniden söz almasıdır. Şiddet, yalnızca bedende morluklar bırakmaz; insanın sesini, kendine olan inancını ve var olma cesaretini de tahrip eder. Bu nedenle yazmak, benim için artık sadece bir ifade biçimi değil, bir hayatta kalma ve direnme pratiğidir.
Bugün bu yazıyla susmadım. Yarın da susmayacağım. Çünkü her konuşan kadın, bir başka kadının yalnız olmadığını hatırlatır. Her yazılan cümle, şiddetin üzerini örten karanlık örtüde açılmış küçük ama hayati bir yırtıktır. Bu nedenle bundan sonra yazmaya devam edeceğim. Korkuya rağmen, baskıya rağmen, “aile”, “ayıp”, “sabır” denilerek üzeri örtülmek istenen her şeye rağmen…
Bu yazı bir son değil.
Bu yazı, suskunluğun bittiği yerdir.
Ben artık sadece hayatta kalan değil, konuşan, yazan, itiraz eden bir kadınım. Ve biliyorum ki biz sustukça şiddet güçleniyor, biz konuştukça çözülüyor. Bundan sonra kelimelerim, korkunun değil, yaşamın tarafında olacak.
Susmayacağım.
Yazacağım.
Buradayım.