Bir Şehrin Kültürel Markalaşması Hatırlamak mıdır, Yaşatmak mı?
Bir şehrin markalaşması logosuyla, sloganıyla ya da tanıtım filmlerinden ibaret değildir. Asıl markalaşma, o kentte yaşayanların gündelik hayatında karşılaştığı, farkında olmadan benimsediği ve sahiplendiği kültürel anlamlar üzerinden şekillenir. Eskişehir de kültürel markalaşma sürecini kültürel miras, eğitim, sanat ve gündelik yaşamla bütünleşen bir anlayış üzerinden inşa etmektedir. Bu sürecin bir parçasında ise dikkat çekici bir figür yer alır: Nasreddin Hoca.
Nasreddin Hoca’yı çoğumuz çocukluk yıllarından hatırlarız. Güldüren, düşündüren, bazen ters köşe yapan fıkraların kahramanıdır. Ancak Eskişehir’de Nasreddin Hoca fıkraları anlatılan bir hikâye karakteri olmanın ötesinde parkta oynayan çocuğun, okul tabelasında okuyan öğrencinin, festival alanında gülen kalabalığın ve hatta yolda mola veren bir yolcunun karşısına çıkan yaşayan bir kültürel imgedir. İşte Eskişehir’in kültürel markalaşma sürecini özgün kılan da tam olarak budur:
“Kültürü vitrinde sergilemek yerine gündelik yaşamın tam ortasına yerleştirmek”.
Bugün Eskişehir’de Nasreddin Hoca temalı parklar, anıtlar, heykeller, eğitim kurumları ve festivaller; somut olmayan kültürel mirasın çağdaş kent yaşamında yeniden üretilme biçimleridir. UNESCO’nun “yaşayan miras” olarak tanımladığı anlayış, Eskişehir’de pratik karşılığını bulmaktadır. Nasreddin Hoca, burada geçmişte kalmış bir halk bilgesi kimliğinden ziyade bugünün insanına hâlâ söz söyleyebilen bir kültürel aktördür.
Üstelik Nasreddin Hoca figürü, kültürel markalaşma açısından son derece stratejik bir imkân sunar. Çünkü onun anlatıları evrenseldir. Adalet, paylaşma, akıl, çıkar, güç ilişkileri ve insanın kendisiyle çelişkisi… Bunlar bugün de geçerliliğini koruyan insani durumlardır. Nasreddin Hoca’nın gücü, bu meseleleri mizah yoluyla dile getirmesindedir. Toplumsal olarak eleştirilmesi zor olan pek çok düşünce, fıkraların güvenli dili içinde ifade edilebilmiştir. Bu yönüyle Nasreddin Hoca, halk kültürünün eleştirel vicdanı olur.
Kültürel markalaşma tam da burada devreye girer. Bir kent, Nasreddin Hoca gibi bir figürü anmakla yetinmeyip onu çağdaş iletişim araçlarıyla yeniden şehirde dolaştırdığında kültür ekonomik ve sosyal bir değere de dönüşür. Gastronomiyle buluşan Nasreddin Hoca temalı menüler, dijital billboardlarda yer alan düşündürücü fıkra cümleleri, çocuklar için hazırlanan etkileşimli alanlar ve dijital anlatılar, kültür ekonomisinin somut örnekleridir. Bu noktada amaç kültürü metalaştırma kavramından uzaklaştırmak ve kültürel değeri anlamını yitirmeden çoğaltmaktır.
Geçtiğimiz gün Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde düzenlenen III. Uluslararası Eskişehir Kongresi kapsamında, “Eskişehir’in Kültürel Markalaşma Sürecinde Nasreddin Hoca İmgesi” başlıklı bir bildiriyi sunduk. Edebiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi hocam Prof. Dr. Zülfikar Bayraktar önderliğinde sunduğumuz bu çalışma, Nasreddin Hoca’nın Eskişehir’deki varlığını güncel kültürel ve tasarımsal süreçlerle ilişkilendirilen yaşayan bir değer olarak ele alınması üzerineydi.
Prof. Dr. Zülfikar Bayraktar hocamın ifade ettiği birkaç cümleyle yazımı sonlandırmak istiyorum:
Eskişehir için asıl soru şudur: Nasreddin Hoca’yı geçmişte kalan bir miras olarak mı göreceğiz, yoksa geleceğin kültürel vizyonunun taşıyıcısı olarak mı? Kentin bugüne kadar attığı adımlar ikinci yolu işaret ediyor. Ancak bu yolun daha da güçlenmesi mümkün. Dijital teknolojilerle desteklenen kültürel anlatılar, gastronomi temelli deneyim alanları, eğitim ve kültür politikalarının daha bütüncül ele alınması, Eskişehir’i Nasreddin Hoca üzerinden uluslararası ölçekte tanınan bir kültürel marka hâline getirebilir. Nasreddin Hoca’yı kent yaşamının içinde ne kadar çoğaltabilirsek, Eskişehir’in kültürel markası da o kadar sahici ve sürdürülebilir olacaktır.
“Çünkü bazı miraslar müzelerde değil, hayatın içindeyken yaşar. Nasreddin Hoca da bu miraslardan biridir”.