Toprağın Kalbinden Doğan Güzellik

YAYINLAMA:

Eskişehir’e adım attığınızda, sizi ilk karşılayan şeylerden biri bu şehrin toprağında saklı incelik olur. Bazen Odunpazarı’nın taş sokaklarında bir ustanın tezgâhında rastlarsınız ona, bazen bir dükkân vitrininde zarifçe dizilmiş tespihlerde, pipolarda, kolyelerde… Bu kadim şehrin en nadide değerlerinden biri hiç şüphesiz “beyaz altın” olarak da anılan lületaşıdır

Eskişehir’in topraklarında binlerce yıldır var olan bu taş sadece estetik bir objeden, zarif bir süsten ibaret değildir. O, aynı zamanda yöre halkının doğayla kurduğu ilişkiyi, inançlarını ve hayal gücünü yansıtan, Eskişehir toprağının anlattığı bir hikâyedir. 

Anlatılır ki, bir gün genç bir çoban, Eskişehir pazarındaki işlerini erken bitirerek yola çıkar. Eskişehir’in hem toprağı hem de insanı kavuran o sıcaklarında uzun bir yolculuktan sonra yorgun düşer ve acıkır; güneşin yakıcı ışıkları altında yürümek de gittikçe güçleşir. Kıraç bozkırın ortasında bulduğu bir ahlat ağacının gölgesine sığınır ve burada azığını çıkararak yiyeceğini yemeye başlar. 

Yemek sonrası üstüne bir ağırlık çöker ve uykuya dalar. Bir süre sonra genç çoban, bir homurdanma ile uyanır ve kulağına gelen sesin geldiği yöne baktığında, biraz ilerisinde topraktaki bir delikten bir köstebeğin ak taşları toprağın yüzeyine çıkarmaya çalıştığını fark eder. Cam gözlü, fırça tüylü köstebek, beyaz bir taş ile oynarken bir an için genç adamla göz göze gelirler. Köstebek, adamın kendisine baktığını görünce ürker, oynadığı beyaz taşı bırakarak deliğine kaçar. Genç çoban, köstebeğin bıraktığı beyaz taşı eline aldığında toprağın altından gelen serinliği hisseder ve taşla oynamaya başlar. 

Ahlat ağacının gövdesine yaslanarak cebinden çıkardığı çakısıyla taşı yontmaya koyulur. Birkaç çakı darbesinden sonra taş inlemeye başlar ve dile gelir: 

“Ey insanoğlu, ne istedin benden?

Niye batırdın o sivri bıçağı böğrüme?” 

Genç adam bu beklenmedik ses karşısında korkuyla taşı elinden bırakır. Taş yere düştüğü anda, adeta sihirli bir dokunuşla ayın on dördü gibi dünyalar güzeli bir kıza dönüşür. Bu kız bembeyaz, kadife gibi teni olan genç bir kızdır. Bu ani değişim karşısında şaşkınlıktan dili tutulan genç, korkuyla geri çekilirken, kız ona acı dolu bir sesle seslenir: 

“Ah, insanoğlu, ey koca Tanrıdan sonra yeryüzünün en becerikli varlığı…  Keşke bana kıymasaydın!” der ve hemen ardından tekrar taşa dönüşerek yakındaki köstebek deliğinden toprağın altına kaybolur.

Gördükleri karşısında eli ayağı birbirine dolaşan genç çobanın dili lâl olur. Eğer konuşabilseydi af dileyeceği güzeller güzeli kıza vurulur ve onu tekrar bulmak umuduyla köstebek deliğine ellerini sokarak kazmaya başlar. Günler boyunca durmaksızın ya taşı ya da güzel kızı bulma umuduyla toprağı elleriyle kazmaya devam eder. 

Nasıl ki gökyüzü yedi kattır derlerse yerin de yedi kat altı var derler. Rivayete göre genç çoban yerin yedi kat altına toprağı elleriyle kazarak iner, ancak gücü tükenir ve açlıkla baş edemeyecek hale gelir. Görür görmez vurulduğu ve bir kerecik af dileyemediği güzel kızın hayaliyle oracıkta hayatını kaybeder. Yerin yedi kat altındayken bedeninden ayrılan ruhu göğün yedi kat üstüne ulaşır. Günler boyunca genç çobanın nerede olduğundan haber alınmaz. Onu arayan köylüler, günler sonra genç adamı yerin yedi kat altında, dar bir kuyuda, avuçlarında sımsıkı tuttuğu serin ak taşlar ve bir parça lületaşıyla cansız halde bulur. 

Dedelerinin dedelerinden beri böylesi öyküleri duyan köylüler oracıkta neler olduğunu anlar ve genç çobanın trajik ölümünden sonra lületaşı işleyenler arasında bir efsane oluştururlar; her lületaşı parçasında genç adamın sevda dolu hikâyesinin izlerini gördüklerine inanırlar. O günden itibaren, lületaşını yerin yedi kat altından çıkaran köstebeği sanatlarının öncüsü ve pirleri olarak kabul ederler. Bu taşları çamurundan arındırıp üzerine görülmedik güzellikte suretler ve adı sanı duyulmamış çiçekler işlerler. Lületaşı onlar için sadece bir malzeme değil, aynı zamanda bir sevdanın ve hatıranın taşıdır. 

Bu efsane, lületaşı işleyen, alan, satan, bu taştan ekmek yiyen herkes için bir simge haline gelir; köstebek ise onların sanatındaki kutsal bir figür olarak saygıyla anılır. Bu nedenle becerikli elleriyle lületaşını işleyen kimse köstebek yuvasını ellemez. Lületaşı ocakları da zaten uzaktan bakıldığında köstebek yuvasına benzemektedir.

Kültür turizmi dediğimiz şey, tam da budur işte: sadece görmek değil, anlamak… sadece satın almak değil, hissetmek. Her taş bir efsaneyi fısıldar. Ve bazı efsaneler, sadece gözle değil, kalple görülür.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *