“O Zamanlar Ne Güzeldi…”

YAYINLAMA:

Geçen bir habere gittik. Seramik Araştırma Merkezi’nde AR-GE ve Teknoloji Geliştirme Müdürü Pervin Hanımla sohbet ederken laf lafı açtı, konu geldi eski günlere.

Ama öyle birkaç yıl öncesine değil baya eskiye, okul sıralarına kadar gittik.

Pervin Hanım mevsimler tablosunu bana hatırlatırken gözlerinin yeniden parladığını gördüm.. Birlikte hem hatırladık hem güldük hem iç çektik..

Turuncular, sarılar, kırmızılar…

Sınıfın duvarında asılıydı ya, her mevsim başka bir umut gibi dururdu orada.

Pencerenin önünde bir saksı çiçek, tebeşir tozu kokusu, sınıfın uğultusu…

Ve biz…

Henüz kalbimizi kimse kırmamış, kimseyi kıskanmamış, kimseyi yarı yolda bırakmamış çocuklar.

Tek derdimiz ödev yapmak, teneffüste ip atlamak ya da sırada otururken önümüzdeki deftere gizlice karikatür çizmekti.

O zamanlar insanlara güvenmek ne kolaydı.

Birinin “arkadaşın olurum” demesi yeterdi, biz hemen inanırdık.

Birlikte eve yürürken paylaşılan bir gofret, bir ömür sürecek dostluk sanılırdı.

Ya biz o zamanlar çamurun, tozun, toprağın içinde büyürdük.

Akşama kadar sokak sokak koşar, yakalamaca oynardık.

Eve dönünce annelerimiz kapının önünde beklerdi, dizlerimiz yara bere içinde olsa da yüzümüzde kocaman bir gülümseme olurdu.

Şimdiki anneler ufacık bir şeyde panik oluyor. Sokağa çıkarmaya korkuyorlar.

Haklılar mı?

Elbette…

Haberleri gördükçe insanların da birbirine güveni kalmıyor haliyle.

Ama bir yandan da bakıyorum, çocuk ağlayınca ellerine hemen tablet veriliyor.

Cem Yılmaz’ın bir esprisi vardı hani “Çocuk daha doğar doğmaz, iPad’in şifresi kaç?” diyor.

Tam da öyle…

Şimdiki çocuklar teknolojiyi bizden iyi kullanıyor; ama ne yazık ki toprağı, sokağın sesini, akşamüstü rüzgârını bilmiyorlar.

Ne değişti sonra?

Büyüdük mü, yoksa büyürken eksildik mi?

Artık kimseye öyle içten güvenemiyor, kimseye çocukça sarılamıyoruz.

Bir zamanlar sadece “oyun bozan” kelimesi bile kavgaya neden olurdu, şimdi koca insanlar birbirini kırıyor, unutur gibi yapıyor.

O yıllarda sağlık diye bir kavram bile yoktu aklımızda.

Hasta olsak bile seviniyorduk çünkü okula gitmeyecektik!

Annemin çorbası, babamın elimi alnıma koyması en iyi ilaçtı.

Şimdi termometreyle ölçüyoruz ama kimse artık “iyileş” diye gözlerimize bakmıyor.

Bazen düşünüyorum da…

Keşke o günlerin masumiyetini, o mevsimler tablosunun içten sıcaklığını hiç kaybetmeseydik.

Keşke hâlâ tek derdimiz kalemimizin ucunu açma bahanesiyle çöp kovasının başında arkadaşımızla sohbet edebilmek olsaydı..

Belki o zaman bu kadar büyümek istemezdik. Büyümeye bu kadar hevesli olmazdık. 

Ama biliyorum hepimizin içimizde hâlâ o çocuk yaşıyor yine de.

Tozun toprağın içinde koşturan, güvenen, gülümseyen hâliyle…

 

Sevgilerimle…

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *