Yavaş Yaşamaya Cesaret Var mı?

YAYINLAMA:

Sosyal medyada dolaşırken bir yazıya denk geldim:

“Kızların tecili bozdurma şekli çeyizini açmaktır” diyordu.

Şu an bunu en iyi ben anlarım. Geçenlerde annem düdüklü tenceresinden şikâyet ediyordu.

“Al, dedim, benim çeyizimdekini kullan. Sana hediye olsun.” Nasıl olsa kendime evlenince yenisini alırım diye düşündüm.

Geçenlerde de yemek takımımı açmaya niyetlenmiştim.

Annem hemen atıldı: “Gitmeye niyetin yok galiba, iyice yerleşiyorsun eve!”

Gülüştük…

Yahu bu insanlara laf anlatmak gerçekten zor.

Piyasayı bilen, kadınları adamları tanıyan, devrin nasıl bir devir olduğunu bilen herkes beni anlar da eski dönemin masumiyetinde kalmış, daha iyi düşünen insanların bu nesli anlaması mümkün değil. Anneme evlenilecek adam yok diyorum asla inanmıyor. “Nasıl olmaz?” diyor. 

Yok vallahi yok..

Mesela eski sevgilimle kaderin kurbanı olup evlenseydim birkaç aya adamı net kapının önüne kedi yavrusu gibi koyuverirdim. Annesi gelsin alsın baştan büyütsün. Onun yetiştiremediği adamı ben yetiştiremem neticede. Eli işte gözü oynaşta adamlardan nefret ediyorum. 

Bu devirde evlenilecek insan bulursanız öpün başınıza koyun; zira herkes menfaat peşinde, günübirlik ilişkilerde…

Hal böyle olunca, belli ki o çeyizden açılacak daha çok kutu bulurum ben.

Her neyse…

Geçen hafta bir kafede kahvemi yudumlarken telefonumdan gelen bildirimlere göz atıyordum.

Yan masadaki iki kız arkadaşın sohbetine istemeden kulak misafiri oldum.

Biri diğerine hafifçe eğilip şöyle dedi: “Daha yavaş yaşa…”

O an elimdeki telefona bakakaldım. Bir yabancının ağzından çıkan o cümle içime dokundu.

Hayatın her alanında sürekli bir şeylere yetişmeye çalışıyoruz; işe, habere, telefona, insanlara…

“Yavaş yaşamak…”

Ne zamandır kulağa bu kadar lüks gelmemişti.

Eskiden sabah kahvaltı sofrasında radyo çalar, ekmek kızarmasını beklerdik. Şimdi kahvaltıyı beklerken bile telefonda mailleri kontrol ediyor, gündemi kaydırıyoruz.

Zamanı yetiştirmek için koştururken aslında elimizdeki zamanı harcıyoruz.

Geçen pazar kendi kendime bir deney yaptım. Bütün bir günü bildirimleri kapatarak geçirmeye karar verdim. Öğlene doğru anneannemle dedeme uğradım. Zaten her hafta sonu mutlaka onlara zaman ayırırım; yemeklerini ve temizliklerini yaparım. Biraz onlarla sohbet eder, sonra yeniden telaşlı hayatıma dönerim.

Ama bu kez farklıydı…

Telefonu çantamda bıraktım, elimde olmadan ekrana bakma huyumdan uzak durmaya çalıştım.

Anneannem çayın altını kısarken, dedem eski günlerden bahsetmeye başladı. Normalde yarım kulak dinlerdim; ama bu kez dikkat kesildim. Sesinde titreyen anıları, gözlerindeki parıltıyı fark ettim.

Zamanın ağır ağır aktığını hissetmek iyi geldi.

Akşamüstü güneş batmaya yaklaşırken arabaya atladım.

Camı sonuna kadar açtım; rüzgâr saçlarımın arasından geçerken gün batımının kızıl-turuncu ışığı içime doldu. Ne yalan söyleyeyim bir tek o güzel görüntüyü çekmek için elime aldım telefonu, ama çekip hemen geri çantama koydum. Tamamen kopamasam da denedim yani sonuçta. Şehrin sokaklarından geçerken ne telefonla ilgilendim ne de müzik açtım; motorun sesiyle karışan rüzgâr yetti kulağıma.

O an düşündüm…

Biz hep bir yerlere yetişmeye çalışırken aslında hiçbir yere varmıyoruz. Belki de hayat dediğimiz şey; varış noktası değil, yolun kendisi. Durduramadığımız tek şey zaman değil, biziz; biz koşturmaktan durmayı unuttuk. Yavaşlayınca sanki manzarayı ilk kez görüyor, nefesin bile tadını alıyorsun.

Güneşin son ışıkları ufukta yavaşça kaybolurken içimden geçen tek cümle şuydu

“Bütün bu koşuşturma arasında unuttuğumuz şey, anın keyfi.”

O gün anladım ki yavaş yaşamak, kaybettiklerimizi geri almak değil; aslında hiç sahip olmadığımız bir lüksü kendimize armağan etmekmiş.

Belki de hepimizin yapması gereken, bu görünmez koşu bandından bir günlüğüne olsun inmektir.

Kahvemizi acele etmeden içmek, bir çiçeğin açışını seyretmek, bir dostun cümlesini sonuna kadar dinlemek…

Yavaş yaşamak, bugünlerde belki de en büyük devrimdir.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *