Başkan Ulucan: “İyi oynayanlar değil, iyi olanlar kazansın”

Geçtiğimiz günlerde bir açılışta İYİ Parti Eskişehir İl Başkanı Serdar Ulucan’la kısa bir sohbetimiz oldu.
Bana dönüp “Nasılsın?” diye sordu. Ben de klasik cevabımı verdim “İyiyim.”
Ama o durmadı, bir adım daha attı. “Hayır, gerçekten nasılsın?” dedi.
Ben de gülümseyerek “Tatile ihtiyacım var Başkanım” dedim.
O da tebessümle “Hepimizin tatile ihtiyacı var” diye karşılık verdi. Normalde beni hep neşeli gören Başkan, bu kez yüzümün yorgunluğunu fark etmişti. Diyorum ya; iyi bir gözlemci ve hatta insan sarrafı…
Takdire şayan!
Ardından ekledi “Köşe yazılarını takip ediyorum, keyifle de okuyorum. Bence bu konuyu yaz. Kimse kimseye gerçekten ‘Nasılsın?’ demiyor. Herkes varsa yoksa kendi dertlerinin peşinde… Laf aramızda, inan bana ben de bundan dertliyim.”
Ben de esprili bir yanıt verdim “Aman Başkanım… Siz İYİ Parti Eskişehir İl Başkanı olarak ‘iyi değilim’ derseniz ortalık karışıverir. O yüzden iyi olmak zorundasınız. Yani ‘iyi değilim’ deme lüksünüz pek yok gibi…”
Hep beraber güldük ama esprimin altında ciddi bir gerçek vardı. Çünkü güçlü görünme mecburiyeti sadece bize değil, siyasetçilere de yük olabiliyor.
İnsanız sonuçta, robot değiliz. Bazen herkesin desteğe ihtiyacı oluyor. Ama Serdar Ulucan için çalışmak sanki ayrı bir motivasyon. Gözlerinde gördüğüm yorgunluğun sebebi de sağlık sorunlarıymış. Yine de işin içine girdiğinde bitmek bilmeyen bir enerjiye sahip. Zaman zaman insanların ben merkezli tavırlarından yakınsa da, iş söz konusu olduğunda temposundan hiç taviz vermiyor.
Yanından ayrılmadan önce sordum “Başkanım, kongre öncesi bir şey söylemek ister misiniz?”
Hiç düşünmeden “Artık iyi oynayanlar değil, iyi olanlar kazansın” dedi.
Vavv…
Siyasetin özeti gibiydi bu cümle. “Bu benim sözüm” dedi.
Söylemesi kolay ama hayata geçirmesi belki de en zor olan şey.
Aslında bu yalnızca siyasette değil, hayatın her alanına hitap eden bir cümleydi.
O siyaseti anlatırken, ben de bir ilişki yazarı olarak bunu aşka yakıştırdım. Çünkü aşkta da artık iyi oynayanların değil, gerçekten iyi olanların kazandığı bir dönem gelsin istiyorum. Maskelerin, oyunların, sahte mutlulukların değil; samimiyetin, iyiliğin ve içtenliğin kazandığı bir evre…
Tek dileğim bu.
Sohbetimizin sonunda ise bana birkaç gün önce yazdığı kısa bir notu okuttu.
Şöyle diyordu “İnsan bazen öyle bir noktaya gelir ki; hayatı boyunca herkese koşar, herkesin derdini kendi derdi bilir. Birinin gözünden yaş inse silmek için yanında olur, birinin sırtı eğilse omuz vermek için hazırdır. Ama iş kendi içine dönünce, işte orada derin bir sessizlik vardır… Çünkü kimse ‘Peki sen nasılsın?’ diye sormaz.”
Bu satırları okuyunca fark ettim ki, aslında hepimiz aynı şeyden şikâyetçiyiz.
Herkesin taşıyamadığı yükler, geçiştirdiği hisler, kırgınlıklar ve üzüntüler var. Bunu geçenlerde çok sevdiğim bir arkadaşım da bana hissettirdi. “Emine, çok yorgunum” demişti.
Nedenini sorduğumda cevabı çok tanıdıktı “Herkese ‘iyiyim’ demekten ama aslında iyi hissetmemekten… Ve kendi kendimi iyileştirmekten çok yoruldum.”
Sonra devam etti “Artık güçlü görünmeye çalışmaktan sıkılıyorum.”
Güçlü görünmeye çalışmak…
Ahh!
Bir önceki köşe yazımda da tam bundan bahsetmiştim.
Herkesin gözünde dimdik duran, hep neşeli, hep dayanıklı görünen insanların aslında içten içe nasıl parçalandığını yazmıştım. Çünkü bazen güçlü görünmek, en ağır maskedir.
Ve biz, bu maskeyi takmaya öyle alışıyoruz ki…
Kimseye kırılganlığımızı göstermiyoruz, kimseye “ben iyi değilim” diyemiyoruz.
Ama işte bazen, sadece bir el uzansın istiyoruz.
“İyiyim” dediğimizde buna inanmayıp gözlerimizin içine bakarak “Gerçekten nasılsın?” diye soracak dostlara ihtiyacımız var.
Bugün pazartesi!
2 haftalık tatilimin sonunda ofiste, yine bilgisayarımın başında sizlere bu satırları yazmakla meşgulüm. Kendimi işe adapte etmeye çalışırken çok sevdiğim iki insanın boşanacağının haberini aldım.
Dakika bir gol bir!
Ee Eylül ayı geliyor. Daha Ağustosun 25 inde olmamıza rağmen “ben geliyorum” diyor resmen.
Her Eylül ayı bir yaprak dökümü olur. İş yerlerinde, gönül işlerinde…
Bu değişimler neden hep Eylüle yakın ya da Eylülde olur anlamış değilim. Bu Eylül ayında bir gıcıklık var. Sevemiyorum..
Ama sanırım bir ara bu boşanmaları da kaleme almak lazım gibi..
Ah her neyse sevgili okuyucularım..
Siz güne güzel başlayın.
Serdar Ulucan’ın bir cümlesinden nerelere geldim değil mi? Ama bana ilham hep böyle geliyor işte…
Bazen bir kafede garsonun getirdiği kahvede, bazen eski bir aşkta, bazen bir açılışta, bazen de siyasetin tam ortasında. Hayatın içinde saklı küçük anlar, satırlara dönüşüyor.
Çünkü yazmak, biraz da o anı yakalamak, kalbinizi bir başkasının kalbine değdirmek demek.
Bazen hiç beklemediğiniz bir yerde duyduğunuz bir söz, koca bir köşe yazısına dönüşüyor.
Tıpkı bu yazıda olduğu gibi…
Hepsi bu kadar.
Sevgilerimle..