İLİŞKİLER NARKOTİK BASKINI GİBİ “YAT YERE YAT YERE!”

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:

Alarm çalıyor. Daha doğrusu sabahın köründe kulak zarımı yumrukluyor. Saniyelik bir şokla gözlerimi aralıyorum. Tavana bakıyorum. Tavan bana bakıyor. Aramızda anlamı olmayan, ama bir o kadar derin bir bakışma yaşanıyor. “Ne oldu? Niye bu kadar erken?” diyecek gibiyim, ama kelimeler bile uyanamamış inanın ki.

Yatak sanki bana sarılmış, “Gitme…” diyor. Ben de “Gitmek istemiyorum ki zaten…” diye iç geçiriyorum. Kalkmak mı? Komik olma. Ama yatakta kalmak da bir yere kadar, çünkü sorumluluklar var. Kahve var. Belki biraz umut. Çokça iş.

O an öylece tavana bakarken, hayatın pause tuşuna basmış gibiyim. Ne geçmiş geliyor aklıma, ne gelecek. Sadece “kalksam mı kalkmasam mı” ikileminin sonsuz döngüsünde dönüp duruyorum. Vücudum yatakta ama ruhum mutfakta kahve yapıyor, zihnimse hâlâ rüyadaki garip senaryonun içinde bir köşede oturmuş, olan biteni izliyor.

Sonra bir iç ses: “Emine… Hadi ama geç kalacaksın.”

Eskişehir’in havası yine kararsız. Zaten kalkıp kalkmama arasında gidip gelmişim, bir de ne giyeceğim derdi çıkıyor başıma. Ne mevsimlik ceket yeterdi, ne de ince bir tişört gönlümü rahatlatırdı. Üzerime bir şey alsam pişiyorum, almasam titriyorum. Yani bu şehirle ilişkim de tıpkı bazı erkeklerle ilişkim gibi; ne tam sıcak, ne tam soğuk. Ama her şekilde kafamız karışık.

O gün yine böyle havada yürüyordum Porsuk’un kenarında. Kahvemi almışım, aklım başka yerlerde… Ve tabii ki telefonum elimde. Başparmağım hikâyeler arasında bir ileri, bir geri kayıyor. Hayatımı sorgularken, parmaklarım da hayatı yaşıyor. Ve işte o anda bir şey çarptı gözüme.

Bir hikâye… Bir kız… Ve tanımadığım bir el… İki fincan kahve… Ama sadece bir yüz… ve o da bulanık!

Dedim ki kendi kendime: “Allah Allah? Yeni aşk trendi mi bu? Sevgiliyi buğulayarak mı saklıyoruz artık?”

Sonra jeton düştü tabii. Sizi gidi Soft Launchçılar, sizi!

Diyeceksiniz, “Bu kız yine kavramlarla beynimizi sulandıracak.” Vallahi benlik bir durum yok. Böyle bir kavram var ve trend olmuş!

“Soft launch”, hayatınızda biri olduğunu hissettiren ama kim olduğunu açık etmeyen ilişki paylaşımı demekmiş. Ben de trendleri takip ediyorum ama tahmin edin ne eksik?

Ay bunu yazarken hem gülüyorum hem de içimden, gelip geçen exe nexte selam yolluyorum.

Modern aşkın en kibar haliyle “Azıcık varım, azıcık yokum” gösterisi bu.

Eskiden biriyle sevgili olunca illa ki “aşkım, canım, balım” diye story patlatırdık, değil mi?

Şimdi? Bileğin yarısını koyuyorsun, elin ucunu gösteriyorsun, kalanını takipçilerin hayal gücüne bırakıyorsun. Birlikte yenmiş akşam yemeği? Boş tabaklar. Bir yürüyüş? Yalnızca gölgenin yarısı. Romantizm mi? Belki. Dedikoduya malzeme çıkmasın mı? Kesinlikle!

Ama sonra düşündüm…

Belki mesele sadece gizem yaratmak değil. Belki de artık nazardan korkuyoruz. Ben zaten hiçbir zaman ilişkilerimi bağıra bağıra anlatanlardan olmadım. Bende de soft launchçılık var ama gizemden değil inan ki kem gözden..

Ama şimdi size birini anlatabilirim.

Eski sevgilimle uzun bir aradan sonra yeniden barışmıştık.(ilk ilişkimiz kısa sürmüştü ve anlamsızca sebepten bitmişti çok çözememişim) Ona ve bize bir şans daha vermek istedim. “Tanıdık sularda yüzmek iyidir” dedim. Zaten birbirimizi uzun zamandır tanıyorduk. Tabi sevgili olarak tanımak başka arkadaş olarak tanımak başkaydı. Bir koltuğu yoktu ben tanıdığım dönem. Fakir ama gururluydu dermişim. Daha insancıl daha sohbet edilebilirdi. En azından yeni birini çözmekle uğraşmam, ciddiyetimi, duruşumu, hayatla pazarlığımı iyi bilirdi diye düşünerek görüşmeye başladım. (Sanıyordum tabi daha çok.) 

İnsanlar ona “başkan” diyordu. (Bekâr ve düzgün görünümlü bir adam. ) Hangi başkan? Nerenin başkanı? Buyurun, kolektif hayal gücünüzle dilediğiniz kuruma atayın.

Kalplerin başkanı olabilir mi? Belki. Ego departmanı başkanı? Epey muhtemel.

Derken bir gün öyle bir sinir tellerime bastı ki, o an beynim içinde mini bir istifa dilekçesi yazdı, gönlüm de “Hadi bay bay” dedi.

Meğer adam koltuk zehirlenmesi geçirmiş, tanıyamadım. Koltukla aşk yaşamış, empatiyle selamı kesmiş. Ve sonra ortaya çıkan o tablo:

Sürekli bir eğlence mekânında, radar gözleriyle sağa sola kilitlenen… İlk başta sanıyorsun ki cool. Az konuşuyor, çok bakıyor falan. Meğer sessizliği karizma değil, arka planda çalışan sahiden radar sistemindenmiş. 

Mekâna giriyor, saniyeler içinde ortamı tarıyor. Mini bir etek, açık bir omuz, yüksek topuk… Zihin haritasında nokta nokta kırmızı uyarılar: “Şüpheli yaklaştı! Hedefe kilitlen!”

Ah günümüz ilişkilerinin can yakan sorunu değil mi bu zaten! 

Yani ne aşkı kardeşim? Bu bildiğin narkotik baskını! 

“Yat yere, yat yere!”  

İlişki sandığın şey aslında onun günlük tutanaklarına sadece bir çentik. Ruhuna dokunacağını sanıyorsun, oysa adam sadece GPS’le beden takibi yapıyor. Bir gece gözlerine bakıyor, ertesi gece başka birinin elini tutuyor. Yani sevilmek istiyorsun ama adam seni tutanaklara geçiyor: “01.45 - Temas sağlandı. 02.10 - Lokasyon değiştirildi.”

Ama en kötüsü ne biliyor musunuz? Sanki insan değil de sosyal hayatta wifi şifresi açık bir kafe gibiydi. Herkes oturup, herkes wifi ye bağlanabilir. Anlayacağınız, duygusal yatırım sanmışız; meğer borsa gibi adammış. Bir gün çıkıyor, ertesi gün çöküyor.

Eh bu da aşk değilmiş…

Yürüyen testosteronmuş, mübarek!

Şimdi dönüp hepimize diyorum ki: “Sevgilini sakla, aşkını paylaş, ama karakterine zarar veren her şeyi soft delete yap.”

Ah her neyse, insan artık kime güveneceğini bilemiyor ki…

Düşman desen belli değil.

Hepsi soframıza oturuyor, tabağımızdan börek alıyor, düzgün bir ilişkimiz olduğunda da içinden “İnşallah ayrılırlar” diye beddua ediyor.

Ne diyeyim? Rabbim böreği yiyeni de, beddua edeni de bildiği gibi yapsın. Belki de bu yüzden artık aşklar böyle sessiz yaşanıyor. Bir kahve fincanında saklanıyor. Bir bulanık fotoğraf karesinde kayboluyor. Çünkü bazen aşkı en güzel, herkesin tahmin ettiği ama kimsenin emin olamadığı yerlerde saklıyoruz.

O gün Eskişehir’in o kararsız havası bana bir şey öğretti sevgili okuyucularım,  bazı aşkları galiba haykırmak gerekmiyor. Bazen sadece usulca yan yana yürümek yetiyor.

Bazen sahiden bir kahve fincanında, bazen bir sokak lambasının altında iki gölgeye sığdırıyorsun tüm hikâyeni. Ve belki de en güzeli şu, ne kadar az gösterirsen, o kadar derin yaşanıyor bazı hikâyeler. Çünkü gerçek sevgi çoğu zaman gürültüde değil, sessizlikte büyüyor.

Bu haftalık bu kadar olsun mu?

Gelecek hafta yeniden burada görüşmek ümidiyle.

Kendinize çok iyi bakın, hoşça kalın.

 

Sevgilerimle,

Emine.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *